PANDEMİ GÜNLERİNDE - ZOR ZAMANLARDA AVUKATLIK
I. GİRİŞ:
“Böyle bir ortamda, çalışmaya yer yoktur; çünkü çalışmanın karşılığı belirsizdir. Ve dolayısıyla toprağın işlenmesine de yer yoktur, ne denizcilik, ne deniz yoluyla ithal edilebilecek malların kullanılması, ne rahat yapılar, ne fazla güç gerektiren şeyleri kaldırmak ve taşımak için gereken şeyler, ne zaman hesabı, ne sanat, ne yazı ne de toplum vardır. Hepsinden kötüsü, hep şiddetli ölüm korkusu ve tehlikesi vardır; ve insan hayatı yalnız, yoksul, kötü, vahşi ve kısa sürer.”
Leviathan, Thomas Hobbes
Thomas Hobbes 1651 yılında yukarıdaki satırları kaleme aldığında savaşlar ve iç karışıklıklar nedeniyle böylesine karamsar bir tasvir yapmış, sonrasında kendi tabiriyle “barış ve savunmamızı borçlu olduğumuz ölümlü tanrıyı” yani tüm insanların iradesini devrettikleri modern devleti işaret etmişti.
Dünya, bu satırların yazılmasının ardından pek çok savaş, doğal afet, salgın hastalık dalgası yaşadı ve 17. yüzyıldan beri farklı coğrafyalarda, farklı insan toplulukları Hobbes’in resmettiği bu ürpertici tabloyu, farklı sebeplerle ömürlerinde bir ya da birkaç kez deneyimlemek zorunda kaldılar. Maalesef 2020 yılının bahar aylarını bu kez Koronavirüs salgını sebebiyle benzer bir kasvet ve karamsarlık içinde karşıladık.
Salgının ne zaman biteceği, yarattığı tahribatın nasıl ortadan kaldırılacağı gibi sorular yanıtlanmak üzere tüm insanlığın önünde duruyor. Ancak şurası bir gerçektir ki; virüs nihayet yenildiğinde bile insanlar arasındaki ilişkiler ne biçim, ne içerik olarak eskisi gibi olmayacak. 1918 yılında ortaya çıkan ve Dünya’yı kasıp kavuran İspanyol Gribi salgınının devletlerin sağlık örgütlenmelerini köklü şekilde değiştirdiğini, sağlık hakkı kavramını modern içeriğine kavuşturduğunu, herkesin sağlık hizmetlerinden ücretsiz olarak yararlanma hakkının bulunduğu fikrini güçlendirdiğini ve nihai olarak Dünya Sağlık Örgütü’nün kurulmasına varan bir dizi köklü değişimi beraberinde getirdiğini hatırlatmakta yarar var. Ancak okuduğunuz yazının amacı Dünya’nın bu salgının akabinde nereye gideceğine dair varsayımlar yapmak değil. Hukuk tahsili görmüş, avukatlık mesleğini icra eden kişilerce hazırlanan bu yazıda esasen “herkesin kendi kapısının önünü süpürmesi” şiarına da uygun olarak, hukukçuların ve Avukatlık Kanunda değişikliklerin değerlendirildiği bu dönemde bilhassa avukatların post-pandemi sürecinde toplumun önceden olduğundan daha ileri bir noktaya taşınmasına yönelik sorumluluklarının yerine getirilmesi hususunda önlerinde duran imkân ve engeller tartışılacak.
II. AVUKATIN TOPLUMSAL İŞLEVİ
En kısa tanımıyla avukat, yargı erkinin bağımsız bir organıdır. Bu tanımdan ve avukatlık mesleğini düzenleyen muhtelif mevzuat ve uluslararası sözleşmelerden avukatlık mesleğine dair bağımsızlık, gizlilik, güven gibi bir dizi ilkenin çıkarılarak sıralanması mümkün olsa da bunlar geneli itibariyle avukat-müvekkil-devlet üçgeninde gelişen ilişkinin esaslarını ortaya koymaya yönelik olduğundan makalemizin kapsamı dışında kalmaktadır. Ancak avukatın yegane sorumluluğunun müvekkiline karşı olduğunu iddia etmek mesleğin tarihsel serüveni karşısında yanlış bir saptama olur.
Hukuk, insanlar arası ilişkilerinin her boyutuna, sosyal hayatın en ince kılcallarına kadar nüfuz etmiş bir alan olduğuna göre hukukçu da bu alanın bilgisine sahip kişi sıfatıyla insanların yaşamlarında karşılaştığı tüm sorunlarla ilgili bilgisi ve görgüsü bulunan kişi sıfatını taşır. Bu yüzdendir ki tarih boyunca avukatlardan toplumsal kırılma anlarında ortaya çıkmaları beklenmiştir. 19. Yüzyıl sonlarında Almanya’da tüm üst düzey bürokratların hukuk tahsili görmüş olmalarının şart koşulması, insan topluluklarının yaşayışına dair bilginin en yoğun biçimde hukukçunun kişiliğinde tecessüm etmiş olduğuna inanıldığını ve bu yüzden yönetici sıfatının hukukçulara layık görüldüğünü göstermektedir. Yine kökeni Almanya’ya dayandırılabilecek olan “hukuk devleti” prensibinin sağlıklı işleyebilmesi için avukatın özel bir rolü olduğu tartışmasızdır. Hukuk devleti, devletin kendisine ilişkin bir niteleme olmakla birlikte prensibin uygulanıp uygulanmamasının sosyal ve politik alanın şekillenmesinde tayin edici bir rol oynadığı düşünülürse bağımsız avukatlığın demokratik toplumun şekillenmesinde oynadığı önemli rol bir kez daha görülecektir. AİHM, avukatın demokratik toplumdaki rolüne pek çok kararında değinmiştir.
Maalesef bilhassa 12 Eylül sonrası Türkiye’de avukatların ve avukat meslek örgütlerinin bağımsızlığına ciddi bir darbe vurulduğu, avukatlar ile Adalet Bakanlığı arasında neredeyse bir bağımlılık ilişkisi kurulduğu ve 2001 yılı değişikliklerine kadar bu ilişki bu biçimde sürdüğü için güncel Anayasa Mahkemesi kararlarında uzun süredir avukat bağımsızlığı hususuna doğrudan değinilmemiştir. Ancak 1963 yılında verilen bir kararda mesleğin adil bir toplumun ortaya çıkmasındaki rolü Anayasa Mahkemesi'nce şu şekilde vurgulanmıştır: ''Bu takdirde hâkim ve avukat, müşterek bir vazife ifasını, hakkın taharrisini deruhte etmiş olur. Salâhiyetlerini hakka hizmet yolunda kullanan ve hâkim huzurunda yalnız kanun ve vicdanının sesini yükselten avukat, kuvvei kazaiye vazifesini ifa eden makinenin en kuvvetli çarklarından biridir.” , E 1963/301, K 1963/271, K 13.11.1963.
Avukatlık mesleğinin yargının bir organı olması sebebiyle taşıdığı toplumsal sorumluluğun yanında mesleğin icra edildiği ülkenin sosyo-politik iklimiyle de yakından ilişkili olduğu tartışmasızdır. Avrupa Konseyi Avukatlık Mesleğinin İcrasındaki Özgürlükler Hakkında 9 Numaralı Tavsiye Kararı'nın gerekçesi şu cümleler ile başlar: ''Avukatlık mesleğinin icrası her toplumun kültürel, sosyal, politik ve tarihi ortamıyla her zaman sıkı ilişki içinde olmuştur ve her demokratik toplumda avukatlar adaletin yerine getirilmesinde ve insan haklarının ve bireylerin temel özgürlüklerinin korunmasında önemli bir rol üstlenmişlerdir.” Aynı tavsiye kararın gerekçesinin üçüncü maddesi ise avukatın toplumsal rolü ile ilgili şunu ifade etmiştir: ''Avukatlar sadece müvekkillerinin menfaatlerine değil, bir bütün olarak adalet sisteminin gereklerine hizmet etmelidirler... Avukatın vazifesi kanun dairesinde kendisine talimat verilen işi sadakatle yerine getirmekle sınırlı değildir. Bir avukat, haklarını ve özgürlüklerini ileri süreceğine ve savunacağına dair, kendisine güvenen kişilerin menfaatlerini gözettiği gibi adaletin yararına da hizmet etmelidir...”
III. HUKUK EĞİTİMİ ÜZERİNE
Demokratik toplum düzeninin en önemli süjelerinden olan avukata ve toplumsal adalet ve güven duygusunun yerleşip gelişmesine çalışan tüm hukukçulara tarih boyunca ve günümüzde ne büyük bir önem ve itibar atfedildiğini yukarıda izah etmeye çalıştık. O kadar ki Roma dönemi tarihçileri Roma yurttaşlarının gündelik faaliyetlerinden birinin de duruşma izlemek olduğunu, Romalı yurttaşların spor müsabakalarında olduğu gibi duruşmalarda da avukatlara taraftarlık yaptığını, vatandaşların desteklediği, tezahürat yaptığı meşhur avukatlar bulunduğunu, başarılı avukatların bu sebeple çoğu duruşmaya arkalarında büyük bir destekçi grubu ile birlikte katıldıklarını naklederler. Yine Dostoyevski’nin ölümsüz eseri Karamazov Kardeşler’i okuyanlar, romanın sonunda tüm Rusya’nın beraatini istediği Mitya’nın yargılaması anlatılırken toplumun sanık avukatı ünlü Fetükoviç’ten davayı kazanmasını nasıl umutla beklediğini, usta yazarın bütün bir adalet sistemini Fetükoviç’in savunması içerisinde nasıl yerden yere vurduğunu anımsayacaklardır.
Peki hukukçuya gösterilen bu teveccühün kaynağı nedir? Avukatlık; kıymeti kendinden yahut cübbesinden, peruğundan menkul bir meslek olmadığına göre kuşkusuz onun sermayesi gerek fakültede, gerek staj ve meslek yaşamında edindiği hukuk ve yaşam bilgisidir. Girişte avukat bağımsızlığının mesleğin icrası için olmazsa olmaz bir koşul olduğunu vurgulamıştık. Gerçekten avukat, idarenin, bakanlığın, müvekkilin baskısı altında adalet için yeterince gözü pek davranamaz. Mamafih avukatın bağımsızlığı yahut gözü pekliği kadar önemli bir diğer husus da avukatın bilgisi, dolayısıyla eğitimidir. Burada kastedilen bilgi salt mesleki bilgi değil, yaşamın kendisine, felsefeye, etiğe ve insan ilişkilerine ilişkin bilgidir.
Avrupa Konseyi Avukatlık Mesleğinin İcrasındaki Özgürlükler Hakkında 9 Numaralı Tavsiye Kararı’nın II Numaralı ve “Hukuk Eğitimi, Staj ve Hukuk Mesleğine Giriş” başlıklı prensibinde eğitim ile ilgili şu ilkelere yer verilmiştir: “Mesleki girişin ön şartı olan ahlak ve yüksek standartta eğitim almış olma şartlarının ve avukatların devam eden eğitiminin sağlanması için tüm tedbirler alınmalıdır... hukuk eğitimi, devam eden eğitim programları da dahil olmak üzere, hukuki beceriyi güçlendirmeye çabalamalı, ahlaki konuların ve insan hakları ile ilgili konuların farkına varılmasını sağlamalı ve avukatları müvekkillerin haklarını korumaları, temin etmeleri ve müvekkillerinin haklarını korumaları, temin etmeleri ve müvekkillerin haklarına saygı duymaları için eğitmeli ve bunun yanında adaletin uygun bir şekilde sağlanmasını desteklemelidir.”
Ülkemizde de avukatlık ruhsatına başvuru için Türk vatandaşı olmak ve Türk hukuk fakültelerinden birinden mezun olmak veya yabancı memleket hukuk fakültesinden mezun olup da Türkiye Hukuk Fakülteleri programlarına göre noksan kalan derslerinden başarılı sınav vermiş bulunmak şartları aranmıştır. Bununla birlikte ülkemizde verilen hukuk eğitiminin yeterli olup olmadığı, özellikle son dönemde artan fakülte sayısı ile hukuk eğitiminin nitelik kaybına uğrayıp uğramadığı tartışılan konuların başında gelmektedir. Habertürk Gazetesi’nden Anıl Emre’nin 2015 yılı Ocak ayında hazırladığı “Hukuk Fakültesi Enflasyonu” başlıklı yazı dizisi kapsamında ülkemizin ileri gelen dört hukuk fakültesi dekanıyla yapılan röportajlar durumun vahametini gözler önüne sermesi bakımından çarpıcıdır. Koç Üniversitesi’nden Prof. Dr. Bertil Emrah Oder, İstanbul Üniversitesi’nden Prof. Dr. Adem Sözüer, Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Turgut Tarhanlı ve Ankara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Arzu Oğuz, gazeteyle gerçekleştirdikleri mülakatlarda hukuk fakültelerinin ve hukuk eğitiminin niteliğinin ne denli erozyona uğradığını gözler önüne seriyor. Prof. Dr. Tarhanlı; genç işsizlik oranının %20’lere dayandığı ülkemizde hukuk fakültesi mezunları arasında işsizlik oranının %4’lerde seyretmesi karşısında gençlerin hukuk okumaya yöneldiği değerlendirmesini yapıyor.
Prof. Dr. Sözüer ise profesörleri bulunmayan, yalnızca misafir öğretim üyelerinin ders verdiği hukuk fakültelerinin bulunduğuna dikkat çekiyor ve ''hukuk fakülteleri dershane yahut meslek lisesi değildir.'' diyerek yukarıda taşıdığı öneme dikkat çektiğimiz hukuk eğitiminin geldiği aşamayı anlatmak bakımından sarsıcı bir kıyaslama yapıyor.
Bununla birlikte aynı röportajda Sözüer, İstanbul Üniversitesi öğretim görevlilerinin “buralardaki öğrenciler de bizim çocuklarımız, onların da iyi bir eğitim almaları gerek” düşüncesiyle yeni açılan fakültelerde ders vermeye gittiklerini belirtiyor. Gerçekten de bu enflasyonun oluşmasına sebep olan uygulamaları eleştirmek mümkün olmakla birlikte, bir defa açılmış bulunan ve eğitim kalitesinin oldukça düşük olduğu tespit edilen bu fakültelerden mezun olan öğrenciler de yukarıda ortaya konan şartları taşımaları sebebiyle avukat, hakim, savcı, akademisyen olabiliyorlar.
Sorunu sadece hukuk fakültesi mezunları arasındaki rekabetin artması ve buna paralel olarak avukatların kazancının düşmesi olarak ele almak avukatlık sınavı gibi kimi uygulamalarla sorunun çözülebileceği yanılsamasını yaratabilir. Oysa bu yazının başından bu yana avukatlığın yalnızca müvekkilin haklarını savunmak suretiyle icra edilemeyecek bir meslek olduğu, dolayısıyla amacının yalnızca daha çok para kazanmak olamayacağı savunulmaya çalışıldığına göre, mesleğin karşı karşıya olduğu en büyük sorunun da bilhassa genç avukatların gelir düzeyindeki görece düşüş olmadığı kabul edilmelidir. Hatta hukuk eğitiminin umuma yayılması, daha fazla kişinin hukuk eğitimi alması, hatta hukuku meslek edinmeyecek kişilerin dahi temel düzeyde hukuk eğitimi almalarının gerekli ve yararlı olduğu savunulabilir. Nitekim Fransa’da lise diplomasını alan her öğrenci herhangi bir sınava tabi olmaksızın hukuk fakültesine girebilmektedir. Böylece hukuk eğitimi toplumun geniş kesimlerine ulaşmakta, ancak iki yıllık eğitimden sonra öğrencilerin tümüne DEUG adı verilen sertifika verilmekte, bu sertifikayı alan ve böylece temel hukuk eğitimini tamamlayan öğrencilerin çoğu avukat yahut hakim olmak için gereken ikinci aşama hukuk eğitimine devam etmemektedir. Bu öğrencilerin çoğu muhtelif devlet memurluklarına yönelince, pek çok memur temel düzeyde de olsa hukuk bilgisine sahip olmaktadır. Keza ülkemiz de dahil pek çok ülkede lisans öncesi eğitimde temel hukuk derslerinin müfredata eklendiği bilinmektedir. Gerek hukuk fakültelerinin sayılarının artması, gerekse de öğrencilerin fakülte öncesinde hukuka ilişkin eğitim almaları hukukun bilgisini geniş kitlelere yayma yolunda atılan adımlar olarak görülebilir. Böylelikle avukatın adaletin tecellisi için verdiği toplumsal mücadelede daha fazla nefer bulunacak, toplumsal adalet daha etkin biçimde sağlanacaktır.
Oysa sonuçları bakımından durumun böyle olmadığı ortadadır. Ülkemizde ceza infaz kurumlarının kapasitelerinin çok üzerinde tutuklu ve hükümlüye ev sahipliği yaptığı ve bu sayının sürekli arttığı, kamuoyu araştırmalarına göre adalete duyulan güvenin giderek daha fazla sarsıldığı koşullarda artan hukukçu sayısının toplumsal hayatta gözle görülür bir iyileşme yaratmadığı ortadadır. Üstelik durum yalnızca bizim açımızdan da böyle değildir. Tarihsel örneklerine bakılırsa; Almanya’da Nasyonal Sosyalist Parti’nin iktidara geldiği dönem, aynı zamanda Weimar Cumhuriyeti’nin çoğunlukla liberal görüşte bulunan, hatta liberal merkez partilerin yöneticilerinin çoğunu oluşturan avukatların da en kalabalık olduğu dönem olmasına karşın, avukatlar cephesinden Nazizm’e karşı kayda değer bir itiraz yükselmemiştir. Hatta meşhur Dimitrov yargılamasının neticesinde rejimin tesisi için büyük önem taşıyan böylesi bir davada sanığın beraatine karar veren Alman İmparatorluk Mahkemesi yargıçlarının ortaya koyduğu tutum, avukat meslektaşlarının tutumlarına oranla çok daha cüretkârdır. Dolayısıyla avukatlar o gün Almanya’da, bugün Dünya’nın başka yerlerinde kriz anlarında kendilerinden beklenen rolü oynamanın uzağındadırlar.
Ancak Prof. Dr. Sözüer’den nakledildiğine göre bugün Türkiye’de faaliyet gösteren tüm hukuk fakültelerinde ''bizim çocuklarımızın’’ okuduğunu düşünerek buralarda ders veren hocalarımızın yaptığı gibi, bizim de asıl tartışmamız gereken husus yeni fakülteler açılmasının doğru olup olmadığı değil, tüm hukuk fakültelerinin eğitim kalitesini nasıl arttıracağımız olmalıdır. Zira eğitimde kalite sorunu, kastedildiği gibi yalnızca sonradan kurulmuş belli fakültelerin, dahası yalnızca hukuk fakültelerinin muzdarip olduğu bir sorun olmaktan çok daha derindir. Başlı başına bir makale konusu olabilecek eğitim başlığına, derinlemesine değilse de değinmek muradımızın anlaşılmasına kuşkusuz katkı sunacaktır. 1990’lı yılların ortalarından beri özellikle Avrupa’da ve bir parçası olarak Türkiye’de üniversite eğitimi üretimin ve ticaretin hizmetine daha etkin biçimde sunulması amacıyla ciddi bir değişim ve dönüşüm geçirdi. Bologna süreci olarak anılan ve esasen Avrupa ülkelerinin birbiriyle daha entegre bir eğitim süreci organize etmelerinin amaçlandığı bu sürecin, uzun vadede eğitimin Avrupa ülkelerini küresel rekabette bilim ve teknoloji ile destekleyecek biçimde yeniden düzenlenmesini amaçladığı iddia edilebilir. Bununla birlikte bu sürecin doğal sonucu olarak eğitim piyasalaşmış, daha somut bir ifadeyle özel üniversiteler yaygınlaşmış, eğitimde nitelik düşmüş, bilimsel eğitime erişmede toplumlar içerisinde zaten sorgulanır durumda olan fırsat eşitliği neredeyse büsbütün ortadan kalkmıştır. Bununla birlikte üniversiteler yalnızca daha iyi işler bulabilmek için yaşamın bir bölümünde gidilip gelinen yerler olarak anlaşıldıkça, eğitime yaklaşım da buna uygun şekillenmekte, öğrencilerin geneli alanlarının dışında kalan konularla ilgilenmemekte, politik ve entelektüel olarak tutuk kalmaktadırlar.
IV. “YENİ TİP” AVUKATLIK
Buna paralel olarak hukuk eğitimi de bir büyük değişim ve dönüşüm geçirmiştir. Fakültelerde özel hukuk bölümleri ağırlık kazanmış, öğrenciler tabir caizse “para eden” alanlarda uzmanlaşmaya yönlendirilmiş, hukuk bürolarının büyük şirketlere benzer biçimde örgütlenmelerinin önü yasal olarak açılmış, maaşlı ve bağlı çalışan avukatlar ordusu büyümüştür. Halbuki başlarken paylaştığımız kaynaklarda iki hususa özellikle dikkat çekmiştik: bunların ilki avukatın mesleğe başlarken ahlak ve yüksek standartlarda eğitim alması gerekliliğiydi. Oysa bugün avukatın mesleğe başlarken aldığı eğitimin standartları, en azından ülkemiz açısından tartışma götürür bir hal almıştır. Beri taraftan ahlak ise, hukukçuluğun bir erdemler manzumesi olarak kavrandığı, toplumsal adaletin tecellisinde avukata yüksek değer atfedilen günlerle birlikte mazide kalmıştır. Bugün artık avukatlar arasında “pazar avukatlığı” olarak bilinen, mesleki dayanışmanın yerini rekabetin aldığı, en zor günlerde iş sahibi avukatın işçi avukatı işten çıkardığı, stajını yapan meslektaşlara ofis temizliği dâhil her türlü işin yaptırıldığı meslek hastalıkları vücut bulmuştur.Dikkat çektiğimiz diğer husus ise avukatın bağımsızlığı idi. Yıllardır devlet ve müvekkilinden bağımsızlığını sağlamaya çalışan avukatlar bugün artık patronaj ilişkisi içerisinde bulunduğuna göre avukatların bağımsızlığına da ağır bir darbe vurulduğu söylenebilir. Bu koşullar altında tabiatıyla avukatın kriz dönemlerinde oynaması gereken rolü layıkıyla oynaması beklenemez. Halbuki doktorlar yanında en etkin mücadeleyi verecek meslek grubu avukatlardır. Bugünün makbul avukatı, konumuna göre bugünün işçisi yahut fabrikatörü gibi piyasa koşullarında ayakta kalmaya şartlanmış, elini taşın altına koymaktan ister istemez çekinen, netameli konularda fikir beyan etmekten kaçınan, hukuksuzluk karşısında sessiz kalmaya itilen bir mesleki profil çizmektedir. Bu yüzdendir ki istisnalar bir yana, Dünya salgın hastalık yahut savaş riskiyle karşı karşıya kaldığında dahi kanun metinlerinin üzerine kendi antetlerini basarak sosyal medya platformlarında yaygınlaştıran, daha fazla bilgi için büro ile irtibat kurulmasını isteyen yeni bir avukatlık peydah olmuştur. Oysa ki, böyle bir dönemde avukatlar mevzuat oluşturulmasına destek vermeli, yeni çıkan veya taslak olarak paylaşılan yasaların olumlu ve olumsuz yönlerini eleştirmeli , ihtilafların önlenmesi veya adaletle çözülmesi yönünde görüş bildirmeli, içtihat oluşumuna destek vermeli ve yol gösterici olmalıdır.
V. SONUÇ: NASIL YAPMALI?
Kuşkusuz yaşanan bu sürecin avukatlık mesleğinin piyasa koşullarında geçirdiği büyük değişim ve dönüşümün doğal sonucu olduğunu söylemek kısmen doğru olsa da bir yönüyle teslimiyetçi bir bakış açısına işaret etmektedir. O halde ortaya koyduğumuz eleştirilerle birlikte önce değerli hukukçuların, bilhassa yetkin ve sorumluluk sahibi avukatın yetiştirilmesi için bir kalkış noktası olabilecek kimi önerilerimizden bahsetmek gerekir.
Yazımız boyunca defalarca ifade ettiğimiz gibi klasik anlamıyla hukukçu, hukukun ve onun geniş nüfuz alanı sebebiyle yaşamın bilgisine ve güçlü bir meslek ahlakına sahip, çevresine güven veren kişidir. On sekiz veya on dokuz yaşındaki bir gencin böylesi güçlü bir sosyal kimliğe bürüneceği hukuk fakültesinden başka bir yer de yoktur. Oysa bizde hukuk fakültelerinde henüz birinci yıldan başlayarak Anayasa Hukuku, Medeni Hukuk, Roma Hukuku gibi dersler okutulmakta, ikinci sınıfta Borçlar Hukuku, İdare Hukuku gibi ağır, teknik derslerle eğitim sürdürülmektedir. Böyle olunca istisnalar bir tarafa, yaşı ve tecrübesi itibariyle beşeri ilişkilerin temel işleyiş kurallarına hakim olmayan, akdi sorumluluk altına belki de hiç girmemiş, hukuk bilgisi, nosyonu ve hukukçu kişiliğini henüz kazanmamış genç meslektaşlarımızdan ağır, teknik hukuki sorunları salt kitabi bilgiyle ele alıp çözmeleri beklenmektedir. Fakülte yıllarında Anayasa Hukuku dersinde uyuklayan, ceza veya medeni hukuk dersleri pratik çalışmalarında incelenen vakıa ve mahkeme kararlarına kahkahalarla gülen bizim çocuklarımızı her birimiz hatırlarız. Oysa bu beklenti gerçekçi olmadığı gibi, sonuçları itibariyle hukuku yanlış anlayan, özümseyemeyen, toplumun omuzlarına yüklediği ağır sorumluluğu taşımakta zorlanan, tekniğin dar kalıplarına mahpus, tutuk meslektaşlar yaratma riskini barındırmaktadır. Oysa fakültenin ilk yıllarında, hatta kimileri henüz hukuk fakültesine başlamadan önce öğrencilerin temel düzeyde felsefe, hukuk felsefesi, sosyoloji, etik, siyasi tarih, hukuk tarihi, gündelik yaşamın tarihi, sanat, sanat tarihi, edebiyat gibi alanlarda belirli bir düzeye gelmeleri sağlanmalıdır. Burada kastımız kuşkusuz felsefede yahut edebiyatta farklı akımların öncülüğünü yapan isimlerin ezbere biliniyor olması değildir. Ancak bireyin hukukun bilgisini özümseyebilmesi, hukukçu özgüvenini kazanabilmesi, toplumla ve devletle kendisinden beklenen güven ilişkisini kurabilmesi için teknik hukuk eğitimine geçilmeden önce bu eğitimi alacak insanın buna uygun olarak şekillenmesi, yüksek bir bilinç ve kültür düzeyine ulaşması sağlanmalıdır.
Aynı şekilde fakültedeki teorik eğitimin yanında mesleki stajdan ayrı olarak fakülteler bünyesinde barolar, avukatlık ofisleri, adliye teşkilatı ve özel sektör ile işbirliği içinde kurulacak ve işletilecek klinik ve çalışma birimleri eliyle çocuk ve kadın hakları, göçmenlik, sağlık, çalışma ve sosyal güvenlik hukuku gibi alanlarda hukuk uygulamalarını tanıma ve hukuki hizmet ihtiyacı olan bireyleri ve beklentilerini anlama olanağı verilmelidir. Bu modele örnek olarak her ne kadar ABD’de avukatlık mesleğinin ve hukuk eğitiminin bunaltıcı rekabet ortamı başta olmak üzere eleştirilecek çok yönü varsa da, bu ülkede öğrencilerin öncelikle genel bir eğitime tabi tutuldukları, buradan sonra hukuk eğitimine başlandığı anılan şekilde klinik çalışmalar yaptıkları ve daha fakülte yıllarında uygulama ile tanıştıkları bilinmektedir. Bu durumda belki bugün itibariyle 4 yıl süren hukuk eğitimi 6 yahut 7 yıllık bir sürece yayılmak zorunda kalabilir. Üstelik böylesi bir eğitim de hukuk ve hukukçu kavramlarına ilişkin yukarıda ele alınan tüm sorunları çözmek için yeterli olmayabilir. Zira bunun için hukuk ve eğitim sisteminde çok daha köklü değişiklikler kuşkusuz gerekecektir. Ancak eğitim alanında zikrettiğimiz atılımların gerçekleşmesi, eğitimde fırsat eşitliğinin etkin hale gelmesi, avukatların bağımsızlığını tehdit eden her türlü baskının azaltılması, nihayet ortadan kalkması neticesinde en azından bu önemli vazifeyi üstlenmeye hevesli ve yetenekli meslektaşların gerçek potansiyellerine ulaşmaları sağlanabilir.
Bu halde dahi elde edeceğimiz daha adil, daha eşit, daha özgür bir dünya değil; yalnızca bu değerlerin mücadelesini verme hevesini taşıyan daha fazla, mesleğe daha yatkın, daha eğitimli ve zor günlerde topluma öncü ve destek olma bilincine sahip bir meslek grubu olacaktır. Ancak böyle olursa bugün yaşadığımız gibi dönemlerde ve bunların akabinde hukukçu topluma yol gösterme, belli başlı tartışmalara katkı sunma, söylenmeyenleri söyleme, böylelikle ön açma, toplumu yönlendirme cüret ve becerisini gösterecektir.